Kültür ve Din
Kültür ve Din
Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki ilk yerleşimlerin izleri en eski çağlara kadar uzanmaktadır. İlkel sanatın önemli bir örneği, Magura Mağarası’ndaki av sahnelerini, hayvanları, bitkileri ve dans eden figürleri betimleyen kaya resimleridir. Mağarada bulunan ve geç Neolitik döneme tarihlenen güneş takvimi, türünün Avrupa’daki en eski takvimi olarak kabul edilmektedir.
Bulgaristan topraklarındaki antik yerleşimlerin arasında, Neolitik, Kalkolitik ve Tunç Çağı’ndan kültürel katmanların biriktiği Nova Zagora (Yeni Zağra) kasabası yakınında bulunan Karanovo Köyü gibi birçok yerleşim yeri ve mezar höyüğü bulunmaktadır. Orada, arkeologların yazının ilk aşamalarına tanıklık ettiğine inandıkları eski bir yazı ile oyulmuş dairesel bir mühür bulunmuştur. Durankulak göl adasındaki tarih öncesi yerleşim, kıta Avrupa’sındaki en eski taş mimariyi taşıyan ve dünyanın en büyük tarih öncesi nekropolünü (Durankulak Nekropolü) bırakan Neolitik-Kalkolitik kültürün izlerini ortaya koymaktadır. Bu kültürün gelişiminin son aşamasından itibaren, arkeologların Karadeniz şehri olan Varna yakınlarında Kalkolitik döneme ait bir nekropolde dünyanın en eski işlenmiş altınını, idol heykelini, antropomorfik ve zoomorfik tılsımlarını keşfettikleri izler bulunmaktadır.
Tunç Çağı’nda Bulgar topraklarına yerleşen Trakların maddi ve manevi kültürü, bölgenin renkli kültürel paletinin bir başka canlı örneğidir. İlk kez Homeros’un İlyada’da bahsettiği Trak halkının temsilcileri, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilen Kazanlık Mezarı ve Sveştari Mezarı (Sboryanovo tarihi-arkeolojik rezervinin bir parçası) gibi görkemli mezarlar bırakmışlardır. Haskovo (Hasköy) yakınlarında keşfedilen Aleksandrovo Mezarı, av ve savaş sahnelerini tasvir eden etkileyici duvar resimleri, pitoresk süs dekorasyonu ile etkilemektedir. Perperikon (kader tahminlerinin yapıldığı ünlü Dionysos tapınağıyla tanınan Balkanlar’daki en büyük antik kült merkezi) ve Starosel yakınlarındaki Trak kült kompleksi (şimdiye kadar keşfedilen bir mozole ile en büyük kraliyet kompleksi) çok sayıda Trak kutsal alanı arasında göze çarpmaktadır. Uzun zamandır hayranlıkla izlenen Trak hazineleri dünyanın birçok ülkesinde sergilenmiştir. Bunların en gizemlisi ve en eskisi, Plevne yakınlarında bulunan ve Tunç Çağı’nın sonuna tarihlenen Valchitran Hazinesi’dir. Saf altından yapılmış Panagürişte Hazinesi, Trak sanatının dikkate değer bir şaheseridir. Dokuz kaptan oluşan bu kült seti, eski Yunan mitolojisinden ödünç alınan sahnelerden işlenmiştir ve süsleme motifleri, kendine özgü bir Trak havası katmaktadır. Rogozen Gümüş Hazinesi, Bulgaristan topraklarında keşfedilen en büyük Trak hazinesi olarak kabul edilmekte ve aynı zamanda Traklar ile Helen Uygarlığı arasında gerçekleşen aktif kültürel alışverişin değerli bir örneğini temsil etmektedir.
Milattan sonra (MS) 1. yüzyılın ilk yarısında bugünkü Bulgar toprakları güçlü Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştur. Bu muhteşem mimari döneminden, Philippopolis (Plovdiv) Antik Kenti bölgesinde yer alan Antik Tiyatro ve Roma Stadyumu gibi önemli kültürel anıtlar korunmuştur. MS 1. yüzyılın 90’lı yıllarından kalan, şehrin tartışmasız amblemi olan Antik Tiyatro dünyanın en iyi korunmuş antik tiyatrolarından biri olarak kabul edilmektedir. Nikopolis ad Istrum (Veliko Tırnovo yakınında), Augusta Trayana (bugünkü Stara Zagora şehrinin yakınında), Ulpia Oescus (Gigen köyü yakınında, Plevne), Marcianopolis (antik dünyanın en büyük madeni para hazinelerinden birinin keşfedildiği Devnya Nehri kaynaklarının yakınındaki şehir), kalıntıları bugün modern Bulgar başkentinin binalarının altında bulunan Serdika Antik Kompleksi gibi Roma şehirlerinin kalıntıları dikkat çekicidir. Karadeniz kıyısındaki Odesos (Varna), Apolonia (Sozopol/Süzebolu), Anhialo (Pomolie/Ahyolu), Mesembria (Nesebar) gibi eski Yunan kolonileri de gelişmiştir. Mozaik sanatının zamansız zenginlikleri, o zamanların karakteristik bir yankısı olmuştur. Roma ve Bizans erken Hristiyan mozaiklerinin güzel örnekleri Villa Armira’da (İvaylovgrad yakınında), geç antik konut Eyrene’de ve Philippopolis Piskoposluk Bazilikası’nda görülebilmektedir.
- yüzyılın sonunda Roma İmparatorluğu’nun bölünmesinden sonra, bugünkü Bulgar toprakları Doğu Roma İmparatorluğu-Bizans sınırları içinde kalmıştır. 7. yüzyılın ikinci yarısında, Dulo ailesinden Han Asparuh liderliğindeki Proto-Bulgar Onoğurlar, Kuzey-Doğu Bulgaristan topraklarına yerleşmiştir. Slav kabileleri ile ittifak halinde Bizans’a karşı savaşmış ve Han Kubrat’ın eski Büyük Bulgaristan geleneklerini miras alan Birinci Bulgar Devleti’ni (681) kurmuşlardır. Başkent Pliska; askeri, idari ve dini bir merkez haline gelmiş ve Han Asparuh başkomutan, yüksek yargıç ve göktanrı Tengri’nin baş rahibi olmuştur. Proto-Bulgar dini inançları kavramı, eski çağlardan beri bir kült merkezi olarak hizmet veren Madara Kompleksi ile tamamlanmaktadır. Madara Süvarisi’nin eşsiz kaya kabartması 1979’da UNESCO listesine dahil edilmiş ve on yıl sonra Bulgaristan’ın küresel sembolü olarak ilan edilmiştir. Anıtın tarihlenmesi ve süvarinin kimliği tartışmalıdır. Kabartmanın, diplomatik yeteneğiyle ünlü Han Tervel’i (700-721) veya herhangi bir Proto-Bulgar hükümdarıyla özdeşleştirilebilecek atlı kahramanın bir görüntüsünü tasvir ettiğine inanılmaktadır.
864 yılında Knez I. Boris Mihail (852-889) döneminde, Doğu Ortodoks mezhebinde Hristiyanlık resmi din olarak kabul edilmiştir. Bu hareket, “Hristiyan Milletler Ailesi”ne giren Bulgar Devleti’nin otoritesini yükseltmiştir. Yeni bir kimlik arzusuyla uyumlu olarak Bulgaristan’ın başkenti Preslav’a taşınmış ve Çar Simeon (893-927) tahta geçmiştir. Aziz kardeşler Kiril ve Methodiy’in çalışmaları sayesinde mümkün olan edebi faaliyetlerin hızlı yükselişi nedeniyle Simeon’un hükümdarlığı dönemine “Altın Çağ” denilmiştir. 9. yüzyılın sonunda, iki kardeş ve aralarında en çok Aziz Kliment Ohridski’nin öne çıktığı öğrencileri, Slav yazısının doğuşu ve yayılmasıyla Avrupa tarihinde silinmez bir iz bırakarak, birçok Avrupa ulusunu Hristiyanlığa geçirmiştir. Preslav Edebiyat Okulu’ndan öne çıkan diğer yazarlar Konstantin Preslavski, Eksarh İoannis, Chernorizets Hrabar ve Naum olmuştur. Mimarlık ve uygulamalı sanatlardaki başarılar, zengin edebi mirasa eşlik etmiştir. Preslav’daki Altın Kilise, dönemin mimari bir şaheserdir. Preslav boyalı seramiklerinin zarafeti, Patleina’da keşfedilen ve Bulgar ikonografi okulunun başlangıcı sayılan Aziz Theodor Stratelates’in mozaik ikonunda kendini göstermektedir.
1018 yılında Bulgar Devleti bağımsızlığını kaybetmiş ve Bizans kültürünün güçlü etkisi altına girmiştir. Boyar kardeşler Asen ve Peter’in başarılı ayaklanması (1185), Bizans’ın gücünü reddetme mücadelesinin doruk noktası olmuştur. İkinci Bulgar Çarlığı kurulmuş ve başkent Tırnovo olmuştur. Hükümdarlar, kültürel süreçlere de ivme kazandıran Vatikan ile yoğun bir yazışma sürdürmüştür. Çarlığın en büyük genişleme ve siyasi üstünlüğe ulaştığı Çar II. İvan Asen (1218 – 1241) döneminde, 1235 yılında Bulgaristan Patrikhanesi’nin restorasyonu özellikle önemlidir. Azizlerin kalıntıları ve çeşitli emanetler Tırnovo’ya getirilmiştir. Bu “kutsallaştırma politikası” ve birçok manastır ile kilisenin (Aziz Kırk Şehitler Kilisesi, Aziz Dimitri Kilisesi, Aziz Peter ve Paul Kilisesi) inşa edilmesi, başkenti önemli bir ruhani merkez haline getirmiştir. 13.-14. yüzyıl dönemi, ünlü Tırnovo Edebiyat ve Sanat Okulu’nun gelişmesiyle ilişkilidir. Dönemin kültürel başarılarını ortaya çıkaran en sembolik anıtlar arasında Boyana Кilisesi’ndeki ve İvanovo Kaya Manastırları’ndaki (UNESCO listesine dahil edilmiş) duvar yazıları, Zemen Manastırı “Aziz Teolog Yuhanna”, Çar İvan Aleksandır’ın Dört İncili’ndeki (Londra İncili) renkli minyatürler bulunmaktadır. Edebiyat okulunun önde gelen temsilcileri, faaliyetleriyle diğer Slav halklarının kültürlerini etkileyen Gregory Tsamblak ve Konstantin Kosteneçki’dir. Bu dönemde, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ve Bulgar kültürünün sembollerinden biri olan Rila Manastırı en büyük şöhretine ulaşmıştır.
1396 yılında Bulgar Devleti, bağımsız siyasi gelişimini beş asır boyunca kesintiye uğratan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altına girmiştir. Bulgar manevi uyanışının ilk belirtileri Uyanış Dönemi’nde (18.-19. yüzyıllar) mevcuttur. Bu dönüm noktasında Bulgarlar, Avrupa medeniyetinin tam katılımcısı olma bilincini yeniden kazanmıştır. Erken Uyanış’ın en önemli temsilcisi, 1762’de Zograf Manastırı’nda “Slav Bulgar Tarihi” adlı olağanüstü eserini tamamlayan Paisiy Hilendarski’dir. Aydınlanmaya ve edebiyata yöneliş sonraki yüzyılda Petır Beron, Neofit Rilski ve Vasil Aprilov tarafından daha da ilerletilmiştir.
Bu dönemde büyük sosyal ve ekonomik değişimler yaşanmıştır. Birçok girişimci Bulgar, eğitimlerini Bulgaristan dışında tamamlamış ve bu da kültürlerarası iletişimi yoğunlaştırmıştır. Farklı kültürlerin Bulgar topraklarında uzun süre bir arada yaşaması imparatorluğun büyük merkezlerinde Müslüman kültürel gelenekle temaslar, Katolik ve Protestan misyonerlerle büyük Yahudi topluluklarının varlığı, 1848’den itibaren Avrupa’daki ulusal devrimlerden sonra Bulgar şehirlerine Avrupalı göçmenlerin yerleşmesi, ulusal davanın merkezlerinin yaratıldığı özerk ve bağımsız Ortodoks komşu devletlerin doğuşu gibi sonuçlar vermiştir.
Ekonomik gelişmeler Bulgar şehirlerinin çehresini değiştirmiştir. Yeni kiliseler, okullar, anıt şehir çeşmeleri, hanlar ortaya çıkmıştır. Plovdiv, Tırnovo, Kotel, Rusçuk, Sviştov, Koprivştitsa, Karlovo, Sliven, Trevne gibi Rönesans şehirleri, özellikle yerleşim düzeni ve mimari açıdan ilgi çekici ve zengindir. Bulgar Rönesans mimarisinin en dikkat çekici anıtları, yeni ulusal tarzın ilk ustası olarak tarihe geçen Nikola Fichev’in (Kolyu Ficheto) eseridir.
1870 yılında Osmanlı hükümeti, Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kiliseye sahip olma hakkını resmen tanımıştır. Bulgar Eksarhlığı’nın kurulması, siyasi bağımsızlıktan önceki dönemde Bulgar halkının en önemli başarısı olmuştur. Genel eğitimi teşvik etme fikri ile birlikte gelişmiştir. Okuryazarlık çalışmasının temelleri atılmıştır.
Resim alanında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Rönesans döneminin en büyük resim okulları Trevne, Bansko ve Samokov okullarıdır. Samokov Okulu’nun en önde gelen temsilcisi Zahari Zograf, eserlerinde dini kanonu kırmış ve laik resme geçiş yapmıştır. “Otoportre”si bu geçiş döneminin en simgesel eseri olmuştur.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulusal kurtuluş hareketinin en aktif mücadelecileri ve örgütleyicilerinden Georgi Rakovski, Lyuben Karavelov, Hristo Botev ve Özgürlük Havarisi “saf ve kutsal bir cumhuriyetin” savunucusu Vasil Levski gibi birçoğunun; Bulgar gazeteciliğinin, edebiyatının ve toplumsal yaşamın diğer birçok alanının gelişmesinde rolü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti Kostantiniyye (İstanbul), Bulgar toplumları arasında dini, edebi, eğitim merkezi ve büyük Avrupa kültürleriyle bir temas noktası olarak ayrılmış bir dünya merkezidir.
1878’de Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Bulgar Devleti yeniden kurulmuştur. Bağımsızlıktan sonraki dönem, sanatın birçok alanında tür ve stil çeşitliliği ile bağlantılı, giderek artan bir kültürel yükselişle karakterize edilmiştir. Çek sanatçılar Jan (Ivan) Mrkvichka ve Jaroslav Veshin’in çok değerli katkıları olmuştur. Bugün Sanat Akademisi olan ve kurucularının çoğu Avrupa akademilerinden mezun Çizim Okulu da kurulmuştur. Nikolay Pavloviç, İvan Dimitrov, Anton Mitov, Ivan Angelov gibi isimler resmin gelişimi için önemli değerlere sahiptir. Vladimir Dimitrov, Zlatyu Boyadzhiev, Tsanko Lavrenov, Dechko Uzunov, İvan Milev, İliya Petrov, Syrak Skitnik, Vasil Stoilov gibi yaratıcılar sonraki yıllarda Bulgar güzel sanatının kendine özgü tarzını oluşturmuşlardır. Heykeltıraş İvan Lazarov’un “Kazandılar” ve “Anne” eserleri simgeseldir.
Sofya’nın görünümü, 20. yüzyılın başlangıcından önceki ve sonraki yıllarda önemli ölçüde değişmiştir. Yeni devletin kurulmasından sonra bile şehir; Transilvanyalı Friedrich Grünanger, Çek Antonin Kolar gibi birçok yabancı mimar için bir çekim merkezi haline gelmiştir. Rus mimar ve onarıcı Aleksandır Pomerantsev “Aleksandır Nevski” tapınağını inşa etmiş, İtalyan heykeltıraş Arnoldo Zocchi hala şehrin başlıca ilgi çekici merkezleri arasında yer alan “Kurtarıcı Çar Anıtı”nı yaratmıştır. Yurtdışında eğitim alan Bulgar mimarlar Nikola Lazarov, Naum Torbov, Yordan Milanov, Petko Momchilov ve Georgi Ovcharov da kentsel peyzaja damgalarını vurmuşlardır. Muhteşem mimari örnekler; Çar Sarayı, Ulusal Tiyatro (Avusturyalı H. Helmer ve F. Fellner’in bir projesi), Milli Kütüphane, Sofya “St. Kliment Ohridski” Üniversitesi, Sofya Merkez Çarşı ve Kaplıca, Ulusal Kültür Sarayı (Bulgar Devleti’nin kuruluşunun 1300. yıldönümü şerefine 1981 yılında açılmıştır) yeniden modellenmiştir. Sofya, şehrin merkezinde yoğunlaşan çeşitli dini toplulukların tapınaklarının sembolik komşuluğu ile gurur duymaktadır: 10. yüzyılda inşa edilen “Sveta Nedelya Kilisesi”, 16. yüzyılda ünlü Osmanlı mimarı Sinan’ın projesine göre inşa edilen “Banyabaşı Camii”, 1909’da Friedrich Grünanger tarafından tamamlanan Avrupa’nın en büyükleri arasında yer alan “Sofya Sinagogu”, ilk inşaatı 1878’de başlayan ve 2002 yılında Papa II. Yuhanna Pavlus (II. Jean Paul)’un huzurunda restorasyonu yapılan tapınak “Katolik Saint Joseph Katedrali”.
Bağımsızlıktan sonra Bulgar şair ve yazarların çalışmaları, manevi yükselme arzusu ve halklarının kaderine bağlılık izleri taşımıştır. “Bulgar Edebiyatının Patriği” olarak anılan İvan Vazov, kurtuluş mücadelelerinin tarihçisi Zahariy Stoyanov ve gezgin-hicivci Aleko Konstantinov öne çıkmış isimlerdir. Yüzyılın başlarında Peyo Yavorov, Penço Slaveykov, Dimço Debelyanov gibi şairler şiirde modern ezgiyi tanıtmışlardır. Sonraki yıllarda Elisaveta Bagryana, Atanas Dalchev, Geo Milev, Hristo Smirnenski ve Nikola Vaptsarov gibi şiir yıldızları doğmuştur. Düzyazıda Elin Pelin ve Yordan Yovkov “Bulgar Köyünün Şarkıcısı” tanımını paylaşmıştır. Köyün dramatik bir şekilde değişen görünümünün bu çizgisi, 20. yüzyılın ortalarından sonra Yordan Radichkov, İvaylo Petrov ve diğerlerinin çalışmalarında şekillenmiştir. Dimitır Dimov, Dimitır Talev ve Emiliyan Stanev Bulgar romanının çizgisini geliştirmişlerdir.
1930’ların ortalarında tamamlanan Bulgar müzik tarzı; Petko Staynov, Pancho Vladigerov, Lyubomir Pipkov, Marin Goleminov, Svetoslav Obretenov gibi önde gelen Bulgar bestecilerin isimleriyle ilişkilendirilmektedir.
Yönetmenler Rangel Valchanov, Valo Radev ve Metodi Andonov, 1960’lardan sonra Bulgar sinemasında kalıcı bir iz bırakmıştır. Tiyatro sanatı en dinamik şekilde gelişen türler arasında olmuştur. Bulgar yazarların dünya klasikleri, modern dramaları ve oyunları, sanatçılar ve halk arasında kışkırtıcı buluşmalar için bir fırsattır. Bulgar tiyatro sahnesinin gelişimindeki önemli aşamalar Nikolay Masalitinov, Boyan Danovski, Leon Daniel, Krikor Azaryan, Dimitır Gochev’in isimleriyle ilişkilidir.
Eşsiz Bulgar folkloru, otantik becerilerin, geleneklerin ve bölgesel kültürel özelliklerin korunmasına yönelik akademik çalışmalarda, ulusal kültür enstitülerinde ve çok sayıda yerel girişimde on yıllar boyunca gayretle korunmuştur. 1960’larda Koprivştitsa’daki Bulgar Halk Sanatları Ulusal Meclisi’nde, Amerikalı bir etnograf o zamanlar genç olan Valya Balkanska’yı fark etmiş ve “Izlel e Delyu Haydutin” şarkısını kaydetmiştir. Bu performans daha sonra dünyanın evrene sesli mesajı olarak Voyager Uzay Mekiği programına dahil edilmiştir.
Bulgaristan, 1950’lerin ortalarından itibaren dünya örgütü UNESCO’nun aktif bir üyesidir, 1990’lardan beri Avrupa Konseyi’nin kültürel programlarına ortak olmuştur ve 2007’de Avrupa Birliği’ne katıldıktan sonra, daha da enerjik bir şekilde kültürel çeşitliliği ve yaratıcı girişimleri destekleme süreçlerine katılmıştır. Kültür, ülkenin dünya ile diyaloğunun en güçlü aracı haline gelmiştir. Bugünün kültürel sahnesinin, aralarında 2019 Avrupa Kültür Başkenti Plovdiv’in de bulunduğu Bulgaristan’daki uzun uluslararası kültür forumları listesiyle birlikte, her alanda yeni isimlerin duyulması tesadüf değildir. Dünya kültür hazinesinin gelişmesi ve zenginleşmesinin mihenk taşı olan aktif alışverişi ve diyaloğu teşvik ederek Bulgar kültüründe zamansız değerlerin popülerleşmesine katkıda bulunuyorlar.